Ekber'i Tanımak ve Acziyetimizi Anlamak


Hayatı o kadar otomatiğe bağlamışız ki dönen çarkın dişlileri arasında nasıl tükendiğimizi anlayacak, büyük zannettiğimiz kendimizden ve içinde yaşadığımız evrenden daha büyük hatta onun yaratıcısı olan Ekber’i tanıma, anlama ve onun kudretini, ihtişamını düşünme fırsatımız neredeyse yok gibi.
Eline tutuşturulan cüz-i irade şarabı ile kendinden gecen insan, aslında bir iradesinin olmadığını kavrayamayacak kadar at gözlüğünden bir hayat sürdüğünün farkında bile değil. Sultanın yanında tebanın iradesi ne olabilir ki? Her an yok olmakla burun buruna olan insan aslında olmak ve ölmek arasındaki iki ufak nokta farkıyla hayatını sürdürmekte. Noktalar olmadan hayatına devam ederken iki nokta yanı ol diye emredince Allah’ın olan, yine öl diye emredince ölecek olan insan… nokta farkıyla bir yaşam. Buna rağmen acziyetini bilmek yerine kibrinin bataklığında debelenen debelendikçe de bir kat daha aşağı inen esfele safilin ve eşrefi mahlûkat ülkesinin tampon bölgesidir aslında. Ölümün ensemizde her gün kendini hissettirdiği hatta ben buradayım ona göre tedbir al diye her gün kendini tekrar ettiği bir hayatta ölümü, acziyeti unutup nefsin patikasında kaybolup gitmek akıl karı olmasa gerek.
Bir düşünmek gerekirse en basit şekilde insan hayatı; akşam uyumak için kapattığımızda sabah sala ile biz yerine evlad-ı iyal ve akraba-i taallukatın uyandığı bir hayatta ne kadar irade sahibi olabiliriz? Aldığımız bir nefesin hem yaşam kaynağımız ama aynı zamanda da ölüm sebebimiz olabileceği gündelik yaşantıda kimin aklına gelir? O kadar kaptırmışız ki kendimizi dünya hayatının faniliğine, sapasağlam çıktığımız evimize tabut içinde dönme ihtimalimizi kaç kişi düşünür sizce. Aslında sahip olduğumuz hiçbir şey yok. Boğazımızdan geçip bize hayat veren nefes hatta bir damlacık suyun bile hükümdarı biz değiliz. Olmak ve ölmek arasındaki iki noktalık ince biz çizgideyiz. Üstad Necip Fazıl Kısakürek diyor ya “öyle bir devim ki, ben, hakikatte pireyim, bir delik gösterin de utancımdan gireyim” hakikat o ki Ekber’in karşısındaki cüretkârlığımız cehlimizden. Yoksa Üstadında dediği gibi utancımızdan girecek delik aramaktan başka çaremiz mi var?
Kudret onun, mal onun, mülk, onun kendimizin diye aframızdan geçilmeyen şu fani beden ve hayatımız da onun, her şey onunsa biz neyin kavgasındayız. Ekber o olduğuna göre biz neyin kebirliğini yapma derdindeyiz. Allahu Ekber derken minareden müezzin her gün beş vakit, onun en büyük olduğunu haykırırken mahlukat ve kainat biz aciz, güçsüz kibir deryasında son çırpınışlarımızı yapıyoruz. Kulun efendisi karşısında teslimiyet ve iyi dilekten, azat edilme isteğinden başka ne dileği olabilir. Hele bizim gibi kusuru boyunu aşmış kimselerin bu kadar cüretkârlığı doğrusu deli cesareti.
Gerçek o ki biz ibret nazarımızı nefsimize ve benliğimize kiralamış elinde tek akçesi kalmamış pejmude bir hayat yolcusuyuz. Acıktığımızda Hakkı hatırlayan, hana ulaşıp karnını doyurduğunda azgınlaşan ne kendinin, nede kendini ol emriyle meydana getiren öl emriyle de dünyadan silip alacak olan Ekber’in bilincindeyiz.
Öyleyse Ekber olan Allah’ı bir şeyler yapabilme fırsatı vermişken bu dünyada tanıyalım. Ölüm yolculuğunda aç kalmamak için azığımızı iyi düzelim. Ahirette onu tanımamız muhakkak ama o zamanın geri dönüşü olmayacak. Orada tüm istekler ve temenniler sadece sözde kalacak.
Ekber olan Allah (c.c)’ı en iyi şekilde tanıyıp ona kul olmak temennisi ile kalan ömrümüz geçen ömrümüzden hayırlı, bereketli ve uzun olsun…

Yorumlar

Smyy dedi ki…
emeğinize sağlık, güzel bir yazı olmuş.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karınca Bedduası

Kıymetli Dostlarım

İtiraf