Kendimizi Kandırma Aracı Olarak Tevekkül ve Hakikati
Fert
ve toplumun başarısı tarihin her döneminde, unutulmaya yüz tutan değerler olan;
azim, sabır, gayret, istikrar ve bütün bunların yerine getirilmesinin akabinde
gösterilen tevekkül gibi kişinin moral ve heyecanını canlı tutan değerle
orantılı olmuştur. Bu kavramlar ilk bakışta sadece dini birer kavramlar bütünü
olarak anlaşılsa da bireyin geniş manada madde ve manevi bütün bir sosyal
hayatını etkilediği bir hakikattir.
Istılahı
tanım olarak Tevekkül; Müslüman’ın Cenab-ı Hakk'ın her şeyden münezzeh, kuvvet
ve kudret sahibi olduğuna inanarak, yapacağı işle ilgili adetten olan bütün
maddi ve manevi çalışma, tedbir ve sebepleri yerine getirdikten sonra istenen
sonucun elde edilmesi için Allah'a güvenmesidir. Buna göre; sıcak ve soğuktan
korunmak isteyenin elbise giyinmesi; açlık ve susuzluğunu gidermek isteyenin
yemesi ve içmesi, çocuk edinmek isteyenin evlenmesi, ürün almak isteyenin tohum
atıp tarlayı sürmesi, ağaç ve meyve isteyenin fidan dikmesi ve kazanç sağlamak
isteyenin sanat ve ticareti tercih etmesi lazımdır.[1]
Yukarda
tanımda geçen “yapacağı işle ilgili adetten olan bütün maddi ve manevi çalışma,
tedbir ve sebepleri yerine getirdikten sonra” şartına dikkat çekmek isterim.
Ne
gariptir ki biz insanların bir kısmını oluşturan Müslümanlar olarak korku
medeniyetinin verdiği aşağılık duygusu ile hareket etmekten bir türlü vazgeçemedik.
Yaşadığımız dünyada bizden kilometrelerce uzaklarda da olsa bizden güçlü biri
varsa bulunduğumuz yerde dizlerimizin bağı çözülüyor hatta o kadar vahim ki
durum ölmüş biri veya birileri bile bizi biz olmaktan ve inandığımız dinin
prensiplerinden uzaklaştırabiliyor.
Zihnimize
yerleştirilen yanlış fikirler dilimize yerleştirilen yanlış deyimler ve vecizelerle
de pekiştirilmiştir. Mesela “olacakla öleceğe çare bulunmaz” örneğinde olduğu
gibi. Bu birazda yanlış kader anlayışının bir tezahürüdür. Fahruddin er-Razi’nin
kaderle ilişkili olarak tevekküle yüklediği anlam bizi bu yanlış kader
anlayışından bir nebze olsun uzaklaştırabilir. Fahruddin er-Razi kitabında
diyor ki “İnsanın kendi idaresindeki işin zahiri sebeplerine başvurup yerine
getirdikten sonra artık kalbini onlara değil mutlak ve her şeye kadir olan
Cenab-ı Hakkın İsmetine bağlamasıdır.[2] Burada
da yine “zahiri sebeplere başvurduktan sonra” ve “her şeye kadir olan Cenab-ı
Hakkın İsmetine” şartına dikkatinizi çekerim. Kuru kuruya bir Allah’a
ısmarladım anlayışı asla İslam ulemasında söz konusu değildir.
Milli
Şair Mehmed Akif’in bugün bizim kendimizi kandırma aracı olarak kullandığımız tevekkülü
veciz ve beliğ bir üslupla anlatışı gözlerden ve zihinlerden uzak tutulması
mümkün değildir.
Allah'a
dayandım " diye sen çıkma yataktan ...
Mana-yı
tevekkül bu mudur ? Hey gidi nadan !
Ecdadını
zannetme asırlarca uyurdu ;
Nerden
bulacaktın o zaman eldeki yurdu ?
Üç
kıtada , yer yer , kanayan izleri şahid :
Dinlenmedi
bir gün o büyük nesl-i mücahid .
Alemde
" tevekkül " demek olsaydı " atalet "
Miras-ı
diyanetle yaşar mıydı bu millet ?
Çoktan
kürenin meş'al-i tevhidi sönerdi ;
Kur'an
duramaz , nezd-i İlahiye dönerdi .[3]
Milli
Şair Mehmet Akif bu ifadeleriyle hem olmaması gereken Müslüman modelini hem de
olması istenen ve fıtratta olan insan gerçeğini ortaya koyuyor. Fıtratı bozulmayan
insan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ışığında İslam Büyüklerinin açtığı fikir
çığırında ifade edilen prensipler ölçeğinde hayat anlayışını her yönüyle projelendirmelidir
ki dünya ve ahret saadetine ulaşabilsin.
Tevekkülü
bugün cami önü dilencisinin konumuna düşürdük ama bilerek ama bilmeyerek.
Dolayısıyla üzerimize düşen görevleri yerine getirmeden “Tevekkeltüalellah”
demek kendini kandırmak ve yapabileceği işler olduğu halde tembelliğe vurup işi
dilencilik yapmaktan başka bir şey değildir. Dilenilen makam yüce olduktan
sonra dilenmek de kutsaldır diyecekler çıkabilir buna en güzel cevabı bir hadis-i
şerifle vermek en doğrusu:
Hz.
Ali (r.a)’nin rivayet ettiğine göre, bir gün Resulullah, etrafını çeviren
ashabın huzurunda elindeki bir çalı ile toprağı kazıp eşelemeye ve çizmeye
çalışıyordu. Derken birden başını göğe doğru kaldırdı ve sonra şöyle buyurdu: “İçinizden
hiç bir fert yoktur ki; onun cehennemdeki oturma yeri veya Cennetteki oturma
yeri belirlenmemiş, yani takdir edilmemiş olsun.” Yanında bulunan ashap; “Ya
Resulallah, o halde tevekkülü bırakıp işi oluruna terk edelim mi?” diye
sorunca, Resulullah cevaben şöyle buyurdu. “Hayır! Çalışın ve herkes,
yaratıldığı işi kolaylıkla başaracaktır.”[4]
Burada
zikredilen bilgiler ışığında bir ruhsat, kolaylık ve Müslüman’ın gönlünü dinç,
bilincini açık, ümidini diri tutan bir gerçek olarak tevekkülü su-i istimal
etmek mü’mine yakışan bir haslet değildir. Önce sorumlulukları yerine getirip
sonra acziyetle gönlünü açıp: “Rabbim işte benim elimden gelen bana verdiğin
güç ve kudretim budur gerisi sanadır, senin ol demendedir bütün sır” diyerek
Allah’ın sonsuz kaderine teslim olmaktır hakiki tevekkül.
[1] eş-Şeyh
Mansur Ali Nasif, et-Tac, Câmiû’l Usul, Dârü'l Fikir, Kahire,
1980. c.5, s.205.
[2] et-Tefsirü'l
Kebir, Darü'l Kütübü'l İlmiyye, Beyrut, 1990, c.9-10, s.55.
[3]Safahat,
[4] Sünen-i
Tirmizi, Kader,3
Yorumlar