İki Göz Bir Baba
İki Göz Bir Baba
Baba hep sağduyunun, metanetin, soğukkanlılığın kalesi olmuştur,
düşmemiştir bu kale bizde ve düşmeyecektir kalbinde imandan bir kıvılcım
bulunduğu sürece.
İnternet çağı, biri Hakkâri’de fısıltıyla konuşsa artık Edirne’de hoparlörden
konuşuyormuşçasına dinleyebiliyor insan. İstanbul, yürekleri yakan iki olaya
şahit oluyor bu günlerde, biri minicik bir beden ki ranta kurban edilen, diğeri
bu cana yandığını iddia edenlerin canına sebep olduğu bir fidan. İkisi de bu
memleketin evladı, ikisi de bu vatan ve bayrak için gerektiğinde canını seve
seve versin diye yetiştirilmiş fidan. İkisinin de ait ve sahip olduğu bir yüreği
var.
Bir baba var ki gözlerine kan oturmuş artık bakmaya mecali
kalmamış, ruhunun ve kalbinin yorgunluğu yüzüne yansımış, gözünün akı
kırmızıdan görünmez olmuş, sanki al kırmızı bayrağa gözünde sarmış evladını, ciğer
paresini. Biliyor yanan yüreğin neleri yakabileceğini. Dedim ya baba yüreği
metanetin son kalesi. İçin için yanar da duman vermez etrafına. Sinesi Hz. Ömer’in
yüreğinden gelen ocak başı ciğeri kokusu gibi koku salar da dışarı belli etmez
nerden geliyor diye sağa sola bakar kendini ele vermez. Burak Can’ın babasından
bahsediyorum metanetinden yanmasını istemediği yüreklerin sesi olmuş sanki.
Hani diyordu ya Ebu Bekir “Ya Rab bedenimi öylesine devleştir ki cehennemi
kaplasın da Resulullah’ın ümmetinden kimseye benim bedenim sebebiyle cehennemde
yer kalmasın hepsi cennete girsin.” Bu ne diğerkâmlılık Ya Rab bu ne büyüklük.
Burak Can’ın babası da öyle bakıyordu kıpkırmızı olmuş gözleriyle yanan son
yürek ne olur benim yüreğim olsun dercesine.
Bu ne güngörmüşlük Ya Rab ne kadar da muhtaç olduğumuzu anladık sabahını
özlediğimiz, akşamını hasretle çektiğimiz şu günlerde güvene, huzura, metanet
ve sağduyuya.
Batıl görevini icra ediyor muhakkak, edecek de etmezse ayıp eder.
Lakin hak ne yapıyor bunu sormak gerek bu günlerde. Bir hikâye anlatılır;
Balta bir gün ormana dalar ve ağaçlara naralar savurur, sizi
mahvedeceğim, yok edeceğim, yıkıp geçeceğim. Ağaç bu patavatsız kendini kral
gören aslında piyondan başka bir şey olmayan baltaya gülmüş geçmiş. Yuvarlanan
balta birkaç hamle ile bir de ne görsün tek başına bir şey yapmaya muktedir
değil. Gün geçmiş balta seke seke gelmiş, ağaçları da bir bir indirerek. Nara
attığı ve kendisine gülen koca güngörmüş çınarın yanına gelmiş ve şöyle
seslenmiş “ hani gülüyorsun ya bana, demiştim yok edeceğim sizi diye”, koca
çınar bir baltaya bakmış bir de sapına ve üzüntüsünü belli edercesine, “ sen
bize asla zarar veremezdin ama sapın bizden.” Evet ne yazık ki bize zarar veren
baltaların sapları bizden, atalarımız ne güzel söylemiş “kale içten fethedilir”.
Yıllardır dilediği gibi memleketi tahakkümleri altında tutanlar bu yağlı ekmek
ellerinden gitmeye başlayınca bizim saplarla bizi yok etmenin uğraşına
düştüler. Allah’ın da bir planı olduğunu muhakkak unutarak ve bunun gafletine
düşerek yaptılar ve yapıyorlar bu fütursuzca, pervasızca saldırılarını.
Gözlerimizin kızarıklığı giden cana olan yanmışlığımızdan değil kim bilir,
ihanete uğramışlığımızdandır.
Canı veren tabiî ki Allah alan da o. Sebepler önemli bir yekûn
tutuyor insan hayatında. Biz canımızın muhafazası için elimizden gelen gayreti
göstermedikçe yanan ve giden candan kimseyi sorumlu tutamayız. Evlat bizim
evladımız, yalanlarımızla ahlaksızlığımızı örtemeyiz. Örter ve ötelersek
bilelim ki halının altına süpürülen çöp misali gün gelir evimiz çöp ev olur da
haberimiz pis kokular ve kurtlar evi sarınca olur.
Problemimiz ve Bedel
Bizim en büyük problemimiz ahlak problemi. İş ahlakı, siyaset
ahlakı, konuşma, inanç, cemaat ahlakı, toplum ahlakı ve daha nicelerini
sayabiliriz. Neresinden tutarsak tutalım ahlak problemimizdir bugün hayat
fotoğraf makinesinin deklanşörüne bastığımızda çıkan fotoğraf. Putu büyük
olanın canı daha çok yanıyor bu problem deryasında. Bir bedel ödediğimizin
resmidir şu son birkaç yılda yaşadığımız olaylar. Kayıp senelerin bedeli. İki göbek
neslin İslam’dan Kuran’dan ve Sünnetten uzak tutulmak için sarf edilen
çabaların harcanan emeklerin ve bedenlerin bedeli.
Kaybettiğimiz değerlerimiz ve kavramlarımızın bedelidir bunlar belki
de. Saygının, bir semt adı olarak kalan Vefa’nın, unutulan diğerkamlığın,
hayatımızdan silip attığımız İsar anlayışının, özür dilemenin erdem olduğunu
unutuşumuzun bir bedelidir kim bilir. Ya da Küçük dağları ben yarattım
dercesine, veya bu din benden/bizden sorulur dercesine böbürlenerek yürüyüşlerimizin
bir bedelidir. Yemame’de Kuran için canını veren 500 hafızın emanetine sahip
çıkamamamızın bedelidir, ya da Çanakkale’de binlerce şehidin, Sarıkamış’ta on binlerce
donarak, Yemen’de, Suriye’de çöllerde yanarak ya da haşereler tarafından
ısırılarak korumak için uğruna canlarını verdiği göğüslerini siper ettiği
değerlere sahip çıkamadığımızın bedelidir kim bilir. Bir bedel işte neyin
bedeli olduğunu varın biraz da siz düşünün.
Bu can bizim bu vatan ve bu din bizim. Unutmayın ki Fetih suresi
süs olsun evimizin köşesinde diye inmedi.
Yorumlar