İstanbul’da Bir gün/Bugün
Sabahın
ilk koşuşturması rüzgâr ve bulutlar arasında yaşanırken, güneş onların telaşından
faydalanıp ara ara kendini gösteriyor sıcak yüzüyle. Fatih’in ara sokaklarından
geçip, Karagümrük oradan Edirnekapı’ya süzülüyoruz kıymetli dostumla. Fatih,
bildiğiniz gibi sırt sırta vermiş yorgun evler, her köşesinde yine kendileri
kadar yorgun zayıf ve beli bükülmüş insanlara ev sahipliği yapıyor.
Fırından
aldığımız birkaç kahvaltılık yiyecek hafiften kokusunu hissettirirken, minibüs salladıkça kendini hissettiren açlıkla
birlikte koku iyice buru sızlatmaya başlıyor. Şehitlikten geçerken uzanıp yatan
alnı pak yiğitlerin ruhlarına birer Fatiha okuyup, Üstad Mehmed Akif’i rahmet
ve minnetle andıktan sonra Eyüp Sultan Hazretleri’nin semtine giriyoruz.
Haliç
yine bildiğiniz gibi her ne kadar ufak kayıklar eski şatafatlarının millerce
uzağında olsa da yine çat pat bir iki motor sesi duyuyor, Haliç’in karşı
kıyısındaki Sütlüce’ye körebe oynar gibi dokunup geldiklerine şahit olabiliyoruz.
Eyüp Sultan Hazretleri’nin ruhuna bir Fatiha vefamızı gönderip yolumuza devam
ediyoruz. Sağlı sollu yonun iki yanında hatta denizin iki yakasında insanlar da
bulutlarla rüzgârın koşuşturmasın katılıyorlar.
İlk
ziyaret sohbet ve muhabbet derken, görülecek işlerimizi görüyor Eyüp Sultan Hazretleri’ne
veda duamızı gönderdikten sonra sahaflar çarşısına doğru yola koyuluyoruz. Bu koca
şehir azizliğini her geçen gün birilerinin kirletme teşebbüs ve
gayretkeşliğine, göğsüne günden güne çakılan hançerlere rağmen hala ecdat yadigârlığı
vasfını korumakta kararlı gözüküyor. Toplu taşıma araçları benim için hep
farklı olmuştur. Onlarda hayatın akıntısı içersinde baktığınız ama görmeye
muvaffak olamadığınız, duyduğunuz ama işitmeye kudret yetiremediğiniz insana
özgü vasıfları görebiliyorsunuz, işitebiliyor insan olduğunuzu fark
edebiliyorsunuz. Gayri ihtiyari hatta bazen ihtiyari olarak paylaşma kültürünün
en garip örneklerinin muhatabı olabiliyorsunuz. Mesela en basitinden yanınızda
oturanla, gazetenizi, kitabınızı hatta telefon ekranınızda olup bitenleri
paylaşabiliyorsunuz. Herkes kendi aleminde.
Vezneciler’den
geçip Beyazıt Meydanı ve hemen Beyazıt Meydanıyla Kütüphane arasında kalan o daracık
alandaki mahşeri kalabalığı görüp de merak etmeden duramıyor insan ve
dalıveriyorsunuz.
Neler
yok ki; saatçiler, eski ve yeni telefoncular, antikacılar, ayakkabıcılar,
cüzdan ve derken kitapların dünyası sahaflarda buluyorsunuz kendinizi şairin;
Kimi
eskinin derinliklerine batmış saklanıyor
Kimi
uzun zamandır okunmamış yıpranıyor
Bu
kitaplarla geçmiş dallanıp budaklanıyor
Sahaflar,
akınca zaman, benzemiyor düne.
Dediği
gibi. Sahaflara en çok ne yakışmıyor derse biri derim ki suratı asık bir sahaf
yakışmıyor. Eğer bir kitap dükkânına girip de içerde suratı asık, sesi bed
birini görürsem kitap alacağım varsa da hevesim kırılıp çıkıyorum. Lakin kitapların
arsında onların dünyasının verdiği ciddiyet, asalet ve celadetten sebep
suratında tonton, gülmekle ağlamak arasında bir sertliğe diyecek sözüm yok. Onlar
maişet derdinin asıklığı değil, ahiret derdinin kalpteki sızısının yüzde birer
yansıması.
Sahafların
sadece sahafları değil bir de hayvanları var göze bilge gözüken. Sanki kitapları
okumaktan filozof olmuşçasına ağır abi tavırlı kediler. Hele o yere sıralanan kitapların
üzerine serilip yatan okumaktan yorgun düşüp uyuyakalan dede misali güneşin
tadını çıkarmaları yok mu, izlemeye doyamıyor insan.
Her
kitap farklı bir dünyaya açılan sırlı bir kapı gibi.
Sahaflardan
çıkıp Süleymaniye’ye doğru yol alırken sanki bir devirdir üzerime göçecek
edasıyla taze bir damat ürpertisiyle yürüyorum. Kimler yürüdü kim bilir
yürüdüğüm, onların hayâlarından sebep basmaktan çekinmenin verdiği bir rikkatle
geçip gittikleri bu yollardan. Kiminin Saçakları bir bir dökülmüş, kiminde yenileme
çalışmasının verdiği geçici harabelik, kiminin ilgisizlikten, aihmalkârlıktan
sebep döndüğü mezbelelik. Dedim ya bir devir saki üzerime çökecek.
Velhasıl
ulaşıyoruz İstanbul’a nazır bir terasa ve Türk Kahvesi’nin kokusunu sunarken
gökyüzüne, dalıp gidiyorum martıların birbiri ardına süzülüp gemilere
serzenişine. Her biri iflah olmaz hançerlerin İstanbul’un sırtına saplanışına
şahitlik etmek içime dokunuyor. Çamlıca sırtları insanla doğanın savaş meydanı sanki.
Ne yazık ki tüyleri yolunmuş dövüş horozuna dönmüş yemyeşil sırtlar. Her bir
ağacın yerini şimdi almış betondan yığınlar. İnsan farkında değil yok ettiği
her bir ağaçla aslında ciğerlerinden bir bronşu yok ettiğinin.
Boğazda
garip bugün gemilerle kayıkların tatlı dalaşları yok, kayıkların olmadığı boğaz
çocukların olmadığı bir köy gibi, ıssız, sessiz, kimsesiz. Koca gemiler kimseciklerin
kalmadığı baykuşlara mesken evlerin arasında çığlık çığlığa dolaşan hurdacı
edasıyla bağıra bağıra tek başına yol alıyor, kâh Eminönü’ne kâh Üsküdar’a. Şehrin
gürültüsünden, hengâmesinden Koca Sinan’ın açılan şefkat kucağı gibi bütün
ferahlatıcı, rahatlatıcı edasıyla dimdik duran, asırlarca öncesinden bu güne ve
asırlar sonrasına meydan okuyan duran Süleymaniye’ye sığınıyorum.
Huzur
diyorum sadece. Huzur.
Öğlen
vazifesi ve Süleymaniye’nin ara sokaklarından süzülüp Şehzadebaşı’na çıkarken
oradan bir nihavend makamında ikindi ezanı yükseliyor.
Huzur
diyorum. Yanıbaşında duran koca mimarın eseriyle hiçbir uyumu söz konusu
olmayan İBB’nin mimarı Nevzat Erol’a kızarak dinlediğim bu ezanla sükunet buluyorum.
Bir de ne göreyim Abisinin yanında sesi çıkmayan bir eda ile duran hem
Şehzadebaşı Camii’nin dibindeki Burmalı mescide gözüm ilişiyor. Edebinden
söküğünü söyleyemeyen fukara misali yıkılan şerefesini belediye reisi Kadir Bey’e
iletemiyor. Mahzun sessiz. Yıllardır yanından geçip de içine bir defa
girmediğim bu garip ve boynu bükük mescidi şenlendirelim diye niyet ediyorum,
ah ne niyet o. Hüzünle çıkıyorum. Hoca Efendi vahada suyun kıyısında durup da
susuzluktan ölen bedevi misali…
İşte
bir gün meşhur Karadeniz Pidecisi’nde yenen bir pide ile böylece son buluyor.
Başka bir İstanbul yazımızda görüşmek dileğiyle.
Yorumlar