Sosyal Adalet ve Eşitlik


Sosyal eşitliği savunurken adaleti göz ardı etmek, kalp ameliyatı yaparken hastanın diğer durumlarını göz ardı etmek gibidir. Kalbi kurtarayım derken hastayı kaybetmek kaçınılmaz bir durumdur.

Eşitlik dediğimiz kavram tek başına bireysel hayata dair bireylere bir hak kazanımı sağlamamakta lakin birey bunun farkına varamamakta. Nedeni ise gayet açık. Sosyal hayatın bireye ihtiyacının karşılanmasının ötesinde,  ihtiyaç fazlası bir edinimin nerede nasıl kullanılacağına dair de ahlaki öğretiyi beraberinde kazandırması gerekir. Bundan uzak olan toplumlardaki bireylerin ani değişimlerinde çöl ortasındaki taş etkisini görmek mümkündür.

Çöl orasında bir kaya parçası, gündüz aşırı sıcaklığın etkisiyle adeta fırına atılmış toprak etkisine maruz kalır, gece ise aniden düşen sıcaklık sebebiyle un gibi dağılır. Bu ani değişimler orta kuşak iklimlerinde görülmediğinden taşlar daha sağlam ve oturaklıdır. Bu doğa hadisesi insana uygulandığında durum aynı etkiyi gösterir.

Devlet bireylere hak tanırken yıllardır ihmal edilegelmiş bir hakkı ani olarak kısa bir süre içerisinde vermeye kalkışırsa olumlu etkiden çok olumsuz etkiye sebep olur. Devlet, yıllarca ihmal edilen bir hakkı çok kısa sayılabilecek bir zaman aralığında vermeye kalkışırsa, durumu bu şekilde kurtarma gayretkeşliğine girerse, bireyler hiç alışık olmadıkları bu durum karşısında verilmek istenen hakkın neye istinaden verildiğini ve nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair ahlaki olgunluğa ve bilince de sahip değilse böyle bir toplumda verilen hak sosyal infiale sebep olur. Bu kadar hak sahibi olmayı sosyal bünye kaldıramaz.

Bahsi geçen konu hakkında devletin takip etmesi gereken asıl politika sosyal eşitlik değil sosyal adalet anlayışıdır. Sosyal adaletin sağlandığı bir toplum ahlaki edinimlerle sosyal eşitliğe zaten zaman içerisinde sağlıklı bir şekilde ulaşacaktır. Toplumsal infiallere de kalkışılmayacaktır.
Görünen o ki günümüz devlet anlayışında göz ardı edilen bir hakikat var o da kalkınmanın boyunduruğu altında ezilenlere, kalkınan bir devletin hak edenlere hak ettikleri payı verme konusunda ettiği cimrilik. Ne yazık ki bu da sınıf farkının olmadığı iddiasındaki toplumlarda bile görünmeyen sınıflar, görünen ve görünmeyen sınıflar arasında aşılması mümkün olmayan duvarlar ve çatışmalar meydana getirmektedir.

18. ve 19. y.y. Avrupa’sında Fransız İhtilalı beraberinde getirdiği hürriyet, adalet ve eşitlik üst tabaka arasında kavgalara sebep olurken halka yansıyan bir yönü olmamış, halk o vaat edilen ama hayallerde kalan prensliğe ulaşmak için daha katlanılmaz boyunduruk altına girmeyi gönüllü kabul etmiş lakin elde ettiği savaş, sefalet ve kargaşa sofrasına meze olmaktan başka bir şey olmamıştır.

Bu anlayış Avrupa özelinde bir samimiyetsizliği, ikiyüzlü bir devlet anlayışı ve yapılanmasını da beraberinde getirmiştir. Kendi devlet sınırları içerindeki halkına pembe hayaller kurdururken, onlara bu pembe hayalleri kurdurmak için köleleştirdiği ve sömürdüğü devlet ve toplumlara da bu pembe hayallerin boyunduruğunu çekme vazifesini yükleyerek bir taraftan adalet ve eşitliğin, hürriyetin borazanlığını yapmış diğer taraftan Avrupa’nın elinin değmediği dönemlerde daha adil, eşit ve hür yaşayan toplumların bu değerlerini sömürmüştür.

Adalet bir toplumun sahip olduklarını elinden almak suretiyle başkasına vermek değildir. Adalet, bireylerin refahı için toplumun sahip olduğu değerlerin, kazanımların, hakların ve menfaatlerin ahlaki olgunluklar çerçevesinde ihtiyaca göre dengeli dağıtılması demektir.
Bu toplumun her alanı için geçerlidir. Devlet politikalarının yanında bireysel hayatta da kişiler eşitliğin değil adaletin teminini için çaba sarfetmekle mükelleftir. Huzur ve refah eşitlikte değil adalettedir.
 Unutmayalım ki Kur’an bize eşitliği değil adaleti emrediyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karınca Bedduası

Kıymetli Dostlarım

İtiraf