Kayıtlar

2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İlk Söz'e Sadâkat

Konuşmaya ve çevremizde olup bitenleri yeni algılamaya başladığımızda bizim ailede; Allah kaç? Kimin kulusun? Peygamberin kim? v.s. sorularla dinin temel kaidelerinin öğretilmesi bir gelenek haline gelmiş, muhakkak bütün ailelerde böyle bir durum söz konusudur. Bir soru daha vardır ki aslında konumuzun çekirdeğini oluşturuyor. Ne zamandan beri Müslümansın? Sokaktaki insanlara soralım %50’den fazlası bu soruya garip garip cevaplar verecektir emin olun. Denemesi bedava. Çocuklara ders veriyoruz hani, onlara soruyoruz bu soruyu; ne zamandan beri Müslümansın? Çoğu doğdum doğalı diyor. Ne zamandan beri Müslümanız? Ne zamandan beri teslimiz? İlk söz ne zaman ve kime verildi? Ve verdiğimiz bu söze, bu teslimiyete, bu akde ne kadar bağlı kaldık, ne kadar sadık kaldık aslımıza ve ne kadar teslim olduk Rabbimize. Muhterem babam köy hocasından okumuş bir hafız, her akşam eve geldiğinde bütün yorgunluğuna rağmen karşısına alır bizi 32 farzı tekrarlatırdı.  Hatta bu sorular 40’a çık

Karınca Bedduası

Resim
Karıncanın bedduası olur mu diye gelmiştir hemen aklımıza; şüphesiz. Neredeyse çoğumuz evlerde, iş yerlerinde hatta camilerde görmüşüzdür karıca duası adı altında bir dua. Kıssalar manzumesi vardır Hz. İbrahim’in ateşe atılması ile ilgili. Güvercinin gagası ile, serçenin kanadı ile derken bir karıncadan bahsedilir. Rivayet olunur ki Hz. İbrahim ateşe atılır karınca bir telaş içinde haber alır almaz bu olayı koyulur yola. Nereye gidiyorsun diye soranlara, İbrahim ateşe atılmış ateşi söndürmeye der. Kendisine bu halinle sen koca bir ateşi nasıl söndürebilirisin diyenlere verdiği cevap “söndüremeyebilirim ama o yolda da ölürüm ya, safımız belli olsun” der. İbretliktir. Gelin görün ki biz Müslümanlar karıncanın bu cevabını slogan haline getirmişiz nerede bir şey olsa hemen cevap hazır safımız belli olsun. Olsun olmasına da hangi saftan bahsediyoruz. Ortada cami kalmamış saf belli etmeye çalışan bir gençlik var maalesef. Dava şuurundan yoksun, dillere düşen din, gönüllerde ve fiilde

Zirveler Tepelerin Üzerinde Yükselir…

Resim
Hiç öğrenemeyeceğiz diye korkuyorum doğrusu; şu yapıcı olmayı. Belki diyebilirsiniz nerden çıktı şimdi bu da diye…   Aslında çoktandır aklımda, yazmak istiyordum bu konuyu ama bu güne nasipmiş. Yeni bir şeyler yapmak isteyenlere Akşamseddin gibi hayranlık ve bir şeyleri başarabileceğine inanarak bakmayı bir türlü beceremiyoruz. Kıvılcım gördüğümüz yere yangın var diye koşuyor üstelik koşarken de yanımızda ırmakları taşıyoruz söndürmek için. Bu ırmaklar aşağılama, hakir görme, kınama gibi bulanık sularla dolu. Cemil Meriç ne güzel söylüyor Allah ona rahmet etsin “ her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar ”.  Geçmişe bakıyorum bu kadar dev fikir adamları nasıl çıkmış diye. Her devin arkasında bir başka devle karşılaşıyorum. Gerçekten bir dağın zirve olabilmesi için başka zirvelere ihtiyaç var. Erciyes’e bir bakın

Gündeme Dair

Resim
Eşeğe sormuşlar ne seversin yiyeceklerden diye? Saman, demiş. Hani senin arpa vazgeçilmezindi!!! Şşit kardeşim akıllı olun arpa diyelim de fiyatlar tavan mı yapsın… Ülkenin gündemi de buna benziyor. Çoğu zaman kim meşhur olmak istese veya gündemden düşecek olup popülaritesini kaybetmek üzere olsa milletin gözdesi olan ama kimsenin ses çıkaramadığı, çıkarmaya çekindiği hatta korktuğu değerlerine saldırarak veya elinde saksıyla çıkıyor ortaya… Son Türkiye gündemine şöyle bir nazar edecek olursak örneklerini fazlasıyla müşahede ederiz...  Muhteşem Yüzyıl olarak anılan ama Muhteşem rezalet diye tabir edilen bir dizi gündemi meşgul ediyor bu günlerde. Başbakan ağzına diziyi alana kadar çıkıp ta ne oluyor kardeşim ne bu rezalet diye soran olmadı maalesef. Garip olan toplumun neredeyse %80’nin izlediği ama tarihçilerin doğru dürüst ses çıkarmadığı veya kapalı kapılar arkasında, merdiven altı toplantılarda kimseye görünmeden nefislerini tatmin etme seviyesinde kalan üç beş kelamla mevzu

YÜRÜMEK

İnsan birazcık etrafını süzecek olsa aslında insanların yürümeden bi haber hale geldiklerini ibretle tefekkür edecektir dünya telaşı içinde. Buna bende dâhilim. İlginç ki çoğu zaman yanı başımda biri ile yürürken uyarırım bir süre sonra gayri ihtiyari koşar adım gitmeye başlayabilirim eğer böyle bir durum vaki olursa beni uyar diye… Ama nafile bu tempoya yanımdaki de uyar çoğu zaman, bizim yürüyüş koşu haline gelir koyu sohbetin paralelinde. İstanbul’da yürümek başlı başına bir sanattır bence. Aklınıza gelebilecek çoğu sanat kadar mühimdir hem de. Her sokağında farklı bir kültürün, farklı bir sanatın izini ve farklı bir yaşantıyı müşahede eder insan. Tefekkür edebilene İstanbul sokaklarında yürümek adeta tarihe bir yolculuk mesabesindedir. Birde İstanbul’da yaşama sanatına vakıfsan İstanbul’un trafiği gülün dikeni gibi oluverir. Asıl mevzuumuza gelirsek, aslında ben başka bir taraftan bakmak istiyorum bu yürüme işine. İstanbul’da araba sürmek kadar mühim ve ciddi bir meseledir İ

Aşure Günü ve Öğretmenler Günü

Gün itibari ile Anneler Günü, Babalar Günü ve Öğretmenler Günü v.s gibi günlere itibar etmemekle birlikte -her ne kadar kapitalist dünyanın bir tuzağı olsa da- öğretmenler günü güzel bir güne denk geldi. Aşure Gününe… Aşure gününde olan olaylara baktığımız zaman birçok hadiste de zikredildiği üzere önemli olayların gerçekleştiğine inanılır. Öğretmenler günü ekseninde bakacak olursak bazı güzelliklere işaret edebiliriz. Yeryüzünün ilk insanı ve ilk peygamber Âdem(a.s) aynı zamanda yeryüzünün ilk öğretmeni ve ilk öğrencisidir. Hz. Âdem(a.s)’in cennetten Allah’ın emrine itaatsizliği sebebiyle kovulduktan sonra bu günahtan arınması bu güne denk gelir, yani Hz. Âdem(a.s)’in tövbesinin kabul günü.  Yeryüzünün ikinci kurucusu diyebileceğimiz Nuh(a.s) ve yeryüzünün ikinci öğretmeni… Nuh tufanıyla birlikte yeryüzünden insan ve mahlûkat neslinin silindiği rivayetler arasındadır sadece Nuh(a.s)’un gemisine binenler müstesna. Nuh(a.s)’un gemisinin karaya oturup yeryüzünden suların çekildiği g

Yeryüzünün Çıbanı İsrail ve Uyuyan 2 Milyar Müslüman

Resim
Yeryüzünün çıbanı yine yine acı vermeye ve artık patlama noktasına geldiği için bütün bedene acı, ızdırap vermeye, bütün bedeni rahatsız etmeye başladı. Bu çıban sıradan bir çıban değil, ameliyat edilse bile vicdanlardan, yeryüzünden dünyanın sonuna kadar izi gitmeyecek, silinmeyecek bir çıban… İsrail’den bahsediyorum. Peygamberini bile gözünü kırpmadan öldüren lanetlenmiş cani bir kavimden. Kendi çıkarlarına olan bir durumda bile “ sen git, rabbinle savaş” diyebilecek kadar küstah, atılan bombaları dürbünle piknik havasında en ufak bir ürperti hissetmeden izleyebilecek kadar vicdansız, ufacık çocuklara atıldığında kendileri gibi onlarcasını öldürecek olan füzelerin üzerine nefretlerini yazdırabilecek kadar insanlık duygusundan yoksun, ufacık sabileri öldürdükleri bir operasyona dinden, kitaptan delil uyduracak, isim bulacak kadar sapkın bir kavimden… Daha gelmedi mi bu bekledikleri kurtarıcı mehdinin geleceği orta doğudan çıkacak büyük savaş. Yoksa bugünkü İsrail’in başındakiler

Bayramımız Bayram Oldu mu ?

İslam Âleminde başıbozukluğun zuhur ettiği bayramı, bir Kurban Bayramını daha geride bıraktık. Başsız ve tek merkezden idare edilmemenin özellikle dini anlamda ne kadar kafa karışıklığına ve toplum nezdinde haddini bilmezlerin ortaya çıkmasına bu bayramda şahit olduk iyi mi? Her dini bayramda olduğu gibi bu bayramda popülaritesini kaybedip sonra dini geleneğe saldırarak bir nebzede olsa gün yüzüne çıkma gayretinde olan sözüm ona mevsimlik ilahiyatçılar yine ekranların süsüydü bu bayramda. Yeni bir dini algı ortaya çıkarmak her zaman olduğu gibi Müslümanları gelenekten koparmak ve köklerini sorgulatmak amacında olan şer odaklar yine hem yazılı, hem de görsel medya ile iş başındaydı. Cebinin ilahiyatçısı, sıfatında meymenet kalmamış ne söylesekte hatırlansak derdinde olan birkaç kendini bilmez yine yaptı yapacağını birilerinin çıkarına hizmet ederek. Sonradan biraz döner gibi olsalar da okumaya değil, işitmeye yani taklidi imana sahip milletimizin kafasını çorbaya çevirmeye yetti d

Nefsin Kanını Akıtabilmek Kurbanla Birlikte

Resim
Hakikati ayetle sabit olmuş dini bir vecibedir kurban. İslam öncesi ve İslamla aynı asırlarda var olan medeniyetlerde farklı amaçlarla da olsa kurban geleneği görülür. Kimisinde insan, kimisinde de semiz, tanrıların hoşuna gidecek bir hayvanın adanması şeklindedir. Kurbanın tarihçesine bakıldığında ta ki Âdem (a.s)’a kadar gittiğini görmemiz mümkündür. Dini vecibe olarak kurban ibadeti şüphesiz insanlığa ve insan tabiatına sayısız faydayı da beraberinde taşımaktadır. Ecdadın kurban ritüellerine bir göz gezdirecek, hatta biraz çocukluğumuza inecek olursak özellikle köylerde ikamet eden Müslümanlarda bir hakikat vardır ki kurban kesilecek alana bütün aile fertleri gelir, çocuk çoluk herkes kurbanın kurban edilişine şahitlik ederler. İnsan tabiatında gizli olan şiddet ve vahşilik kurbanla birlikte sükûnete erdirilir. Günümüz modern çağında çocukları adeta kurban kesim alanlarına yaklaştırmayan aileler gerçeği söylemek gerekirse çocuklarını kendi elleri ile tehlikeye atıyorlar, sade

Zamane Gençlik ve Aşk

Resim
Zamane gençliğin şüphe yok ki zamane aşkları var. Günümüz eğitim ve ahlak anlayışının bunda etkisi çok büyük. Seküler dünyanın kapitalist çarkları arasında adeta bir buğday tanesi gibi öğünüp giden insanlık neleri kaybettiğinin hiç farkına varmıyor hatta vardırılmıyor. Aile yapısının giderek Avrupa hayranlığı ile dejenere olduğu, eskiden beri yerleşik bir inanç haline gelen erkek yapınca yiğit, kız yapınca ailenin ve toplumun yüz karası olduğu anlayışı, toplum ve ailenin temellerine yerleştirilmiş bir dinamittir. Patlayacağından şüphe yok ama zamanı meçhul… Muhabbet esnasında konu aşktan açıldı. Arkadaşın biri sen aşık olmazsın deyip geçiverdi. Farklı dünyaların insanları olmak kadar zor bir şey yok iki kişi oturup konuşurken. Biri diğerinin dünyasına hitap edebilmek için deveyi hendekten atlatmak zorunda kalıyor maalesef. Aşktan ne anlıyoruz. Cinsellik mi, rıza-i ilahiye kavuşmuş Allah dostları mı, yoksa rıza-i ilahinin kendisi mi? Mevlanaca bir aşk mı, Yunus Emre gibi bir aşk

Erkeklerin Kavgasında Kadın Olmak

  Kime sorsanız farklı bir anlam yükler “kadın olmak nedir” sorusuna. Kadının gözünden erkeğe göre kaf dağının arkasında anka kuşu, hizmetçiye göre kralın başındaki tac, kadına göre kadın olmak her hangi biri olmaktan farksız sıradan bir canlı. Ama bazı kadınlar var ki tıpkı bazı erkekler gibi bulunmaz Hint kumaşı zanneder kendini. Kadın olmak ta erkek olmak ta zordur bu dünya da... Allah(c.c) herkesin anlayabileceği dilden ne kadar güzel açıklamış kadın ve erkeği, ikisine birden siz kulsunuz diyerek aşılmaması gereken hududu çizmiş. Kul olarak birbirlerinden hiçbir farkı olmayan, ancak takvada birbirlerine üstünlük sağlama fırsatları olan iki hadis varlık. Günümüz kapitalist ve din gerçeğinin artık hayatın dışında bir yerde mesken tutturulduğu dünyasında yarış kulvarına sokulmuş iki canlı. Üstünlük, güzellik, zenginlik, akıllılık, dayanıklılık gibi daha bir sürü sayabileceğimiz yönlerden adeta test sürüşüne çıkarılmış yeni model araba gibi hem erkek hem kadın yeni dünyanın reklam

EDEP MEDENİYETİ

Sarsılmaz bir medeniyetin ilk yapı taşı herkesin malumu olduğu üzere edep, hayâ duygusudur. Şüphe yok ki medeniyetler beraberlerinde, oluşum süreçlerinin paralelinde imar ve iskânın yanında birde edep medeniyeti kurmuşlardır. İslam coğrafyasının bendini aşan sel gibi Arap Yarımadası’ndan çıkıp çok kısa zamanda onlarca milletle ve kültürle karşılaşmasına, bu kültürlerin içerisinde kendini kaybetmeden, asimile olmadan bir demir potası gibi kendi içinde o kültürler eritmesi aynı zamanda edep medeniyeti kurmasıyla alakalıdır. Ecdat, Osmanlı bu edep ve hayâ medeniyetinin adeta çoban yıldızıdır. Dünyanın daha yaşanabilir olmasının çekirdeğinde fertlerin edep ve hayâ duygusunda din, dil, ırk ve cinsiyet gözetmeksizin yarış içerisinde olmaları vardır. Yani insanın süsü eğer her şeyden önce edebi olursa dünyalık ziynetler onu daha güzel ve özel gösterirken, ahirette de manevi süsü olan edep onu diğer insanlardan farklı kılar. Bu bağlamda Mevlana’nın mürşidi olan Şems-i Tebrizi şöyle buyur